Bloğuma hoşgeldin adını bilmediğim okuyucu

Yazmak oldum olası bana "çekici" gelmiştir. İnsan ardında bir şeyler bırakmak için mi yoksa yaşadıklarını unutur korkusuyla mı yazma ihtiyacı duyar bilinmez ama mağaradaki kayalardan günümüzdeki bilgisayar ekranına yazmaya kadar ilerletmiş bu işi. Bu süregelen yazma ihtiyacı bende de aynen devam ediyor. Haliyle bende kağıt kalem kullanımından dünyanın vazgeçilmezi olan blog yazılarına ilerlettim bu işi..

2 Temmuz 2010 Cuma

Dil; “Sözcüklerin Aynasından Kendimizi ve Alemi Seyretmek”…

“Dil” konusu dilbilimcilerin yanı sıra sosyal bilimciler içinde bir tartışma alanı olmuştur. Sosyal bilimciler “dil”i, toplumsal bir işlev boyutunda ele alır. Sonrasında ise “dil”e; bir uzlaşma ve anlaşma aracı olarak mı bakılmalı? yoksa dil; iletişimi sağlayan ancak bununla beraber o toplumun ruhunu oluşturan bir kavram olarak mı ele alınmalı? sorularından başlayarak dili anlamlandırmaya çalışır.

Sosyal bilimci, dilin bir işlevinin canlının kendisini bir diğerine ifade etme şekli olduğunu öncelikle kabul eder. Fakat dili salt iletişim aracı olarak da görmez. Humboldt’un “dil insanın doğasında bulunan bir şeydir, öte yandan hazır olarak verilmiş bir şey değildir, tarihsel bir gerçekliği vardır, tarih içinde gelişir.” söylemi de insanoğlunun isteklerini dile getirmek, kendini ifade etmek için seslerden oluşan dil becerisini varoluşuyla birlikte getirdiğini ancak kültürel özellikler taşıdığını açıkça ortaya koyar. Bu gün aksini söylememizde pek mümkün değildir.


Dil kavramına bakılması gerçekten zor bir iştir. Çünkü dil içinde bulunulan dönemdeki yaşamsal durumların (konuşulduğu grubun kültürel özellikleri, başka kültürlerle olan etkileşimleri, teknolojik özellikleri vb.) her birinden etkilenir.

Bu nedenle dil kavramına bakılırken kültürel yapı ve insanın zihinsel performansı da değerlendirilmelidir. Dil zihinsel bir performansın sonucudur. Bize sözcüklerin aynasından kendimizi ve tüm alemi seyreyleme olanağı sağlar. Zihin; gelenek, görenek, teknoloji, ekonomi, yaşanılan bölgenin coğrafi şartları gibi birçok etmenden yani kültürel yapıdan beslenir. Dil toplumun siyasetiyle, felsefesiyle, tarihiyle ilişkilidir. İnsanın zihninde gelişip evrilen düşünsel bilginin bir başka insana aktarılması ise ancak dil sayesinde olur. Bu akış aynı zamanda tam tersi şekilde de işler. Dile dökülmüş olan bilgi, kültürel yapının da etkilediği zihinsel performansla yeniden şekillenir. Dil, kültür ve insan zihni ile sıkı bir alışveriş içindedir. Her biri birbirinden etkilenir ve birbirini etkiler.

Bu etkileşim sürekli bir değişimi de içinde barındır. Bu bağlamda dil üzerine yapılacak olan bir değerlendirmede dilin kullanıldığı grubun bireylerinin zihinsel performansı dolayısıyla kültürel yapısı da dikkate alınmalıdır. Bu değerlendirmeler aynı zamanda dil kavramına nereden ve nasıl bakılması gerektiği konusunun da belirleyicisi olur.

Dilin kültürel bir öğe olduğunu özellikle sanatta çok daha net olarak görebiliriz. Dil, toplumun fikir birliğini, kader ortaklığını sağlar ve duygusunu sonraki kuşaklara aktarır. Sanat bir toplumun dışa açılan sesidir. Toplumun sesini duyurmayı sağlar. Bu nedenle sanatın tarihsel gelişimini toplumsal değişimle ilişkilendirmekte doğru olacaktır. Kültürün içinden dili çıkardığınızda kültürün tek başına varolması olanaksızdır. Ortak dil ortak tarihi, ortak tarih ortak dili oluşturur. Konuşmak bir iletişim aracıdır fakat “dil” aynı zamanda bir toplumun kültürel mirasının aktarımını sağlayan en işlevsel öğedir. “Dil”, insanoğlunun sahip olduğu iç sesinin, kültürün kuşaktan kuşağa aktarılmasını sağladığı gibi bu aktarım sırasında kendisini de geliştirir. Bu gelişim aynı zamanda dilin sürekliliğini sağlayan şeydir. Bu bağlamda bu gün kullanıldıkları toplumlarca dünya üzerinde “toplum” olarak kabul edilişlerini sağlamak amacıyla tarihsel sürekliliği ispat edilmeye çalışılan dillerin desteklenmesi doğrudur diyebiliriz. Ancak bu söylem bizi tuzağa düşürebilir. Çünkü dil, aynı zamanda kültürel yapıda “biz” olma bilinciyle örüntülenen bir yapıdır. Çok rahat bir şekilde “biz”in kendisini koruması ve güçlendirmesi amacıyla siyasi bir bütünlük oluşturabilir. İşte bu noktada insanoğlunun halen bir sorun olarak çözemediği “güç” kavramı ortaya çıkar. Toplumların birbiriyle kıyasladığı “güç”… Kim güçlüyse şansı hep daha fazla olacaktır. Güçlünün zayıfı bastırması dile yapılan baskı olarak da yansır. Maalesef ki, dilin uğradığı bu baskı kültürel yapıyı ve dolayısıyla yine dilin kendisini çöküşe uğratır. Çünkü buradaki çatışma yalnızca diller bağlamında olmaz.

Bu nedenle dil, bir adım daha geriden bakıldığında siyasetinde ilgi odağı oluverir. İşlerin tamamen düğüm olduğu yer de burasıdır. Gerçekte yapılması gereken şey, dilin yapısal gücünün farkında olmak ve bu gücü yıkıcı amaçlar uğruna kullanmak yerine dilin kendi içindeki sürekliliğini korumasına müdahale edilmeden dillerin zenginliğinden faydalanmak olmalıdır. Dilin kullanıldığı kültürden etkilenmesi gibi, farklı dillerle de etkileşim içinde olması doğal bir süreç için gereklidir. Başka diller, başka gruplar yani kısaca “farklı olanlar” hayatın devinimini sağlamak için gerekli olan sistemin parçalarıdır. Farklılıklar gelişmeyi sağlayan unsurlardır.

Şüphe ile bakmanın sosyal olayları analiz ederken bize daha geniş bir perspektiften bakışı sağladığı için yararlı olabildiğini savunan bir sosyal araştırmacı olarak; dil konusu siyasi arenaya girmişse gerçek nedenlerin bize gösterilen nedenlerden farklı olduğu kanısını taşımaktayım. Çünkü siyaset, yaşanılan ülkenin iç siyasetinin yanı sıra diğer ülkelerle olan siyasi duruşu da içinde taşır. Dolayısıyla dil konusunda da ortada sadece iletişim ve özgürlük gibi kavramları göremeyiz. Sonuç olarak diyebiliriz ki; dil, din, ırk gibi toplumsal temeller üzerinden siyaset yapmaya kalkışmak varolan durumu karmaşaya götürmekten başka bir şeye yol açmaz.

M. Mehtap CANVER
Sosyal Antropolog – İşletmeci

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder