Bloğuma hoşgeldin adını bilmediğim okuyucu

Yazmak oldum olası bana "çekici" gelmiştir. İnsan ardında bir şeyler bırakmak için mi yoksa yaşadıklarını unutur korkusuyla mı yazma ihtiyacı duyar bilinmez ama mağaradaki kayalardan günümüzdeki bilgisayar ekranına yazmaya kadar ilerletmiş bu işi. Bu süregelen yazma ihtiyacı bende de aynen devam ediyor. Haliyle bende kağıt kalem kullanımından dünyanın vazgeçilmezi olan blog yazılarına ilerlettim bu işi..

24 Eylül 2010 Cuma

İstanbul'da bir sonbahar akşamı..

Uzun zamandır İstanbul'da binaların arasında bu kadar net şimşek çaktığını görmemiştim. Şu dakikalarda İstanbul kendisini baştan aşağıya yıkayacak bir yağmuru sarımtırak bir gökyüzüyle ağırlamaya başlıyor. Sonbaharın, bazıları için kasvetli denebilecek bu rengini ben her zaman sevmişimdir. Yağmuru da tabi. Belki bir sonbahar günü doğmuş olmam nedendir buna.

Gök gürültüsü gittikçe şiddetleniyor. Hava da güzel bir koku var. Ve artık rüzgar daha sert hissettiriyor kendisini. Pencereden dışarıya baktığımda kuşların telaşlı uçuşlarına yağmura yakalanmadan bir an önce eve gitmek isteyen insanların koşturmaları karışıyor. Yer gök telaşta...

Ve işte yağmur başladı. Sessizliği rüzgarla birlikte bozdu. Şehir yıkanmaya başladı. İstanbul'da trafik yağmura her zaman yenik düşer bu günde öyle oldu. Dışarıda korna sesleri yükseliyor. İnsanlar dükkanların brandalarının altında toplaşıyorlar. Evlerin ışıkları yandı. Yağmur pek duracağa benzemiyor...

Pencerelerden dışarıyı izleyenler ile yağmur yağabilir ihtimaline karşı şemsiye taşıyanlar günün şanslıları oldu...

Ah nasılda pişman oldum bu gün fotoğraf makinamı yanıma almadığıma. Makinama ulaşana dek yağmur yağmaya devam eder mi acaba?...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder